Rusya, proleter egemenliğe geçtikten sonra ne kadar çok umut taşıdılar insanca yaşamanın geldiği günleri göreceklerine dair. Koca ülkeyi, bir kıtanın yarısını kaplayacak kadar büyük bir ülkeyi yönetecek kişiler, birbirleri ardınca geldikçe işler hiç de istendiği gibi bir hal almamaya başlar. Buna en iyi örnek de Stalin dönemi verilir.
Stalin, baskıcı bir yönetim altında idare eder ülkeyi. Adına da proleterya egemenliği denir. Ama onun yönetimi altında Anna Ahmatova, Rusya'da sürgün edilenlerin Sibirya'da kürek mahkumu olduğunu okuduğumuz roman sanatındaki gibi değilse de bile kültür ve sanatın dışına sürgün edilir. Dönemin sanat alanındaki ün salmıl kişilerince eleştirilir.
Onun için bireyci bir şair, kilise mihrabıyla yatak odası aradında gidip gelen bir kadının şiirleri yorumları yapılır. Bir yarısı rahibe, öbür yarısı fahişe. Daha doğrusu hem rahibe hem fahişe olan birinin, fuhuşla duanın karışımı olan şiirlere sahip olduğu söylenir.
Onun devrimci inançlara sahip eserler yazmamasıdır belki de bu yapılanlar ama Ahmatova zaten devrimci şiirler değil, yaşanmış bir zamanı, günlük yaşamı, an'ı, mektuplaşmaları şiirlerinde konu edinir. Ülkesini sevme biçimi, döneminin anlayışıyla bağdaşmaz. Bu da onun şiddetle eleştirilmesine neden olur.